29 Ekim 2013 Salı

Vatandaşlık tartışmalarında sakatlar nerede? “Engelli kardeşim”e karşı hak talep etmeye hakkı olan sakat olabilmek*

Dikmen Bezmez**



1990’ların ortalarından itibaren, özellikle de 2000’ler ile birlikte sakatlık meselesi politika yapıcılar nezdinde yeni bir ilgi alanı olarak belirdi. Bu ilginç bir gelişmeydi; çünkü o yıllara kadar sakatlık tek başına ilgilenilen bir konu olmaktan çok, daha genel anlamda sosyal politikaların bir alt başlığı olarak ele alına gelmişti.



Özellikle 2000’lerle birlikte ise, “engellilik” meselesinin hem söylemde, hem de uygulamalarda sıklıkla gündemimize girdiğine şahit olduk. Burada özetle, sakatlığın politik gündemimize oturuş şeklini irdelemek istiyorum. Temel olarak varmaya çalıştığım nokta, sakatların bu bağlamda birer eşit vatandaştan ziyade, “muhtaç” özneler olarak konumlandırıldıkları yönünde. Dolayısıyla da sakatlar, kendi hak talep etme süreçlerini kendileri şekillendirmeye çabaladıklarında, sıklıkla “hadlerini aşmamaları” gerektiğini ve “kıymet bilmedikleri”ni ima eden tepkilerle karşılaşabiliyorlar.


“…Biz engellileri insan yerine koyduk…” 


Bu başlıkta yukarıdaki savı hem erişilebilirlik ile ilgili uygulamalar düzleminde hem de bazı söylemler açısından örneklendirmek istiyorum. 2005 yılında çıkan ve Engelliler Kanunu olarak bilinen 5378 Sayılı Kanun, sadece sakatlık meselesine odaklanması ve yaşamın birçok farklı alanında sakatlara yönelik kapsamlı düzenlemeler içermesi açısından önemli bir adımdı. Erişilebilirlik meselesine dair yasanın sunduğu çerçeve oldukça iddialıydı. Yasa 7 yıl içerisinde (2012 yılı son mühlet olmak üzere) kamusal alanların, toplu taşımanın ve kamuya açık binaların sakatlar için erişilebilir hale getirilmesini zorunlu kılıyordu. Ancak 2012 yılına gelindiğinde, kentsel mekânda yaşanan dönüşüm yasanın ön gördüğünden çok daha sınırlı kalınca, söz konusu mühletin dolmasına az bir zaman kala, 3 (1+2) yıllık bir uzatma yapıldı. Uzatma kararı öncesi bazı sakat örgütlerinin girişimleri, tepkileri bu anlamda sonuçsuz kaldı. Bunun ötesinde ileride çıkarılacak olası yeni kanunlara, girişimlere dair bir güvensizlik ortamı yaratıldı. Oysa kanun içeriği itibariyle sakatların birer vatandaş olarak konumlandırılmaları açısından umut vaat ediyordu. Sakat kişiye kentsel mekânı bağımsız bir birey olarak kullanma potansiyeli içeren kanun, tarihsel olarak algılarda var olan “muhtaç sakat” imgesini “vatandaş sakat” ibresine doğru taşıyabilirdi; bu potansiyel bana kalırsa yok edildi.

Öte yandan yerel yönetimler nezdinde, yine erişilebilirlik ile ilgili, ancak kanımca sakat kişiyi bir hak sahibi olarak konumlandırmaktan epey uzak olan bir başka uygulama devam ediyordu. İstanbul Özürlüler Müdürlüğü -İSÖM- (yeni adıyla İstanbul Engelliler Müdürlüğü -İSEM-) çatısı altında verilen bu hizmet ile, sakat kişiler şehrin bir noktasından diğerine yolculuk yapmak istediklerinde 153 no’lu telefonu çeviriyorlar ve erişilebilir araç temin ediyorlar. Ancak ön görülebileceği üzere, bu hizmeti bir vatandaşlık hakkı olarak tanımlamak oldukça zor. Bunun temelinde de hizmetin temininde yaşanan belirsizlikler, kısıtlamalar, uzun bekleme süreleri, azalan araç sayısı ve sakat bireylerin zaman içerisinde hizmetten yararlanıp yararlanamayacaklarına dair akıllarında oluşan büyük soru işaretleri yatıyor (söz konu tartışmaların ayrıntıları için www.engelliler.biz sitesine bakılabilir). Yine engelliler.biz sitesinde gerçekleşen bazı tartışmalar, 2006 yılında yaşanan bir başka olaya dikkat çekiyor ve benzer şekilde yerel düzlemde sakatlar için erişilebilir araç temin etme hizmetinin ne oranda vatandaşlık odaklı olabileceğini sorgulamamızı sağlıyor. Bu tartışmalar, 2006 yılında Özürlüler Vakfı’nın organize ettiği bir etkinliğe, İSÖM ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin katılmaktan son anda vazgeçtiklerine dikkat çekiyor ve bunun nedenini de belediye yetkililerinin Lambdaistanbul üyelerinin etkinliğe katılımından haberdar olması ile ilintilendiriyor. Site üyelerinden biri, belediyenin araç hizmetini de geri çekmesi ile sakat kişilerin etkinliğe gelememelerinden şikâyet ediyor ve sonuç olarak şu çıkarımı yapıyor: “…[E]şcinsellere ayrımcılık yapmak istemeyen bir sakatsanız, hem eşcinsel hem sakatsanız veya eşcinselseniz, resmi kurumlar sizleri vatandaş saymayabilir ve sizlere karşı sorumluluklarını yerine getirmeyebilirler” (rumuz: hikâyeci). 

Sakatların bir türlü vatandaş olamaması, söylem düzleminde de kendisini her daim belli eden bir olgu. Başlıktaki alıntı, yakın bir zamana, 17 Eylül 2013 tarihine ait. AK Parti Tekirdağ Milletvekili Ziyaeddin Akbulut, bir özel eğitim merkezinin açılış konuşmasında kullanıyor bu ifadeyi. Yani bir takım hizmetler bahşediliyor, karşılığında da kıymet bilmek gerekiyor. Bu söylemin eşit vatandaşlar yaratmaktan uzak olduğu aşikâr. Ancak bu ve benzeri söylemler yeni değil. Sakatların politikacılardan duymaya alışkın oldukları ifadeler bunlar. Biraz geçmişe gidince, 2011 yılında Sağlık Bakanı’nın, asgari ücret ile ilgili şikâyetini ifade eden işçiyi “Gözlerin görmediği halde sana iş vermişiz…” sözleri ile azarladığını hatırlıyoruz. Yine kıymet bilmeyen bir kör var karşımızda, haddini bilmeden şikâyet ediyor… Sakat kişiyi vatandaş yerine koymayan söylem bazen bu tür haddini bildirme azarlamaları ile kendini gösterirken, bazen de sevgi sözcüklerinin ardında tezahür ediyor. Kanımca her iki ifade de, farklı şekillerde de olsa, karşıdaki kişiyi kendine denk görmeme hissini barındırıyor. Örneğin, “engelliler” kelimesi üzerinden yapılan ufak bir gazete taraması gösteriyor ki, yapılan her etkinlikte engelliler çok “seviliyor,” “sevgi bütün engelleri aşıyor” ve bazı engelliler o kadar beklenmedik işler yapıyorlar ki, onları alkışlarken hepimizin gözleri doluyor. Oysa sakatlar haklarını aramak için sokaklara çıktıklarında, sevgi sözcükleri yerini rahatlıkla şiddete bırakabiliyor; örneğin, 2000 yılındaki Dünya Engelliler Günü’nde sorunlarını anlatmak için Başbakanlık’a yürümek isteyen 50 kadar kör kişiye yaklaşık 200 polis müdahale ediyor (Hürriyet, 3 Aralık 2000). Sakatlık meselesine dair söylemlerin sıklıkla bu iki hatta ilerlediğini düşünüyorum: Ya çok “sevgi,” “iyilik,” “vicdan,” “hayır,” “hayranlık” dolu bir söylem baskın ya da sakatlara “haddini bildiren,” onları “hizaya çeken” bir başkası… İkisi de ayrımcı, ikisi de aşağılayıcı…

Bundan sonra sanırım görmek istediğimiz bunun tersi yönünde uygulamalar olacaktır; yani ihtiyaç duyduğumuz, hizmetleri kişilerin ya da kurumların inisiyatifine bırakmayan, hak temelli bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım hem söylem hem de uygulama düzleminde var olmalıdır. Vatandaşlık kavramını yeniden tanımlarken, sakatları da eşit vatandaş olarak kurgulayacak politika yapıcılara ihtiyacımız var ve elbette bunun mücadelesini vermeye hazır olan sakatlara… “Sevgi böcekleri” söyleminin bir kenara atıldığı, insanlara haddini bildirmenin kabul edilemez olduğunun artık aşikâr olduğu, sakatlık meselesinin politik bir mesele olduğu ve dolayısıyla politik bir mücadele gerektirdiği düşüncesinin hâkim olduğu bir gündemin özlemiyle…


* Burada “engelli,” “özürlü” gibi ifadeler yerine “sakat” ifadesi bilinçli olarak tercih edilmiştir. Bu duruşun altında, bir çeşit değersizleştirme ifadesi olarak kullanıla gelen “sakat” kelimesini yeniden benimseme ve böylelikle söz konusu değersizleştirmeye eleştirel yaklaşma çabası yatmaktadır.

** Koç Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü

Resim: http://www.engelliler.biz/forum/ayrimcilikla-mucadele-insan-toplum-siyaset-bugun-yarin/93922-akp-icin-milyonlarca-sakat-degil-belediye-baskanciklari-degerli-tartisma-11.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder